Hikaye | Kategoriler | Hikayeler

Dua Evinden Hatıralar - 2







    Hayatın içinden, adlı kitabımın birinci cildinde, rahmetli anneannemin tek bir duasıyla, bir asistanın asla satın alamayacağı "pejo" marka bir arabaya nasıl sahip olduğumu anlatmıştım.



    Anneannemin duası o kadarla kalmamış ve arabanın satılmasıyla önce küçük bir arsayı, arasının satılmasıyla da Hereke'deki bir yalıyı meyve vermişti. "Dua Evi" adını verdiğimiz bu yazlığımız, denize üç metre uzaklıktaydı ve balkonundan balık tutmak mümkündü. Tek mahzuru, biraz küçük olmasıydı. Elli metre karelik de bahçesi vardı. Fakat bu bahçede, yirmialtı çeşit sebze ve meyve bulunuyordu. En güzel ağaçlarımızdan birisi, yan komşumuzun balkonuna kadar girerek "göz hakkı" problemini ortadan kaldıran erik ağacımızdı. Son derece tatlı ve bereketli olan bu kastarca eriği, mayıs ayının ortalarında yenecek büyüklüğe ulaşır, ama o güne gelinceye kadar, çocuklarımız tarafından sık sık traşlanırdı. En büyük ağacımız ise, her yıl yirmibeş ile otuz kilo arasında ürün veren bir zeytin ağacıydı. O ağacın en alt dalında da, büyükler de dahil olmak üzere, her canlıyı yanına çağıran bir salıncak asılıydı. Sitenin kedileri bile, onun üzerinde güneşlenirdi. İki ip ve bir tahtacıktan ibaret olan bu güzel icat, çocukları mutlu etmenin ne kadar kolay olduğunu ve bunun için pahalı ve zor çözümler gerekmediğini gösteriyordu. Sabah kahvaltılarını altında yaptığımız şeftali ağacının dalları, meyvelerinin olgunlaşıp büyümesiyle ağırlaşır ve masamızın üzerine kadar eğilerek bize eşlik ederdi. Onu kıskanan mor erik ise, bahçemizin ortasında yol bağı yapar ve en az bir tane almadan bizi salmazdı.



    Bahçeye giriş kapısının hemen sağında, orta büyülükte bir limon ağacı vardı. Gelen misafirlere, onun yapraklarından bir tanesini kopartıp verir ve parmaklarıyla ezmelerini söylediğimizde, kolonya ikramımızı tamamlamış olurduk. Bir çoğu apartmanlarda yaşayan ve o ana kadar denize hiç çıkmamış olan misafirlerimizi bazen güçlükle ikna ederek sandala bindirir ve denize doğru uzanan balkonumuzun hemen yirmi metre açığına demir atardım. Daha sonra da, bir midenin nasıl açılacağını, oltaya nasıl takılacağını ve balık vurduğu zaman ne yapılması gerektiğini anlatıp, o misafirlerimizin gözlerindeki heyecanı kollardım. Mayıs sonu ve haziran ayı başlarında iyice azgınlaşan mezgitler, bir anda oltalarına yapışır ve onları, tedavisi mümkün olmayan bir "balık tutma hastalığına" düçar ederdi. Eğer çapari atılmış ve oltadaki iğnelere dizi dizi istavritler sıralanmışsa, bu olay onları kendinden geçirir ve çığlık çığlığa bağırmalarına yol açardı. Balık avı, akşam vakti sona erince, yedi sekiz evden oluşan sitemizi cızır cızır kızaran balıkların kokusu kaplar ve sayıları iki düzineyi bulan kediler, yemek masalarının biraz dışındaki yerlerini almak için, birbiriyle dalaşırlardı.



    Site sakinleri, balık avlarından ötürü akşam yemeklerini genellikle aynı saatler içinde yerlerdi. Deniz o saatlerde daha da durgunlaşır ve hele mehtap çıkmışsa, ışıl ışıl yakamozla parıldayıp dururdu. Balık ziyafetinin ortasındayken, bitişik yalımızda oturan sanayici komşumuz: "devammmm!" diye bağırırdı. Üç dört ev ilerde oturan başka bir komşumuz da, ona karşılık vermekte gecikmezdi: ?devammmmm!..?



    Bu "devammmm!" narası, içki kadehlerinin ara arda dolması için kullanılan bir semboldü. Ve bize de her seferinde, onlar için dua etmek düşerdi.



    Bahçemiz küçük olduğu için, her bir karışını itinayla değerlendirmiş, bu yüzden de domates, biber, salatalık, maydanoz ve rokalardan geri kalan yerlere çilek fideleri dikmiştim. Bunlardan bir bölümü Osmanlı çileğiydi ve gülleri bile kıskandıracak kadar güzel kokuyorlardı.



    Bir gün, kızlarımla birlikte bahçedeyken, çileklerin arasına bir şey düştüğünü gördük, Dikkatle yanaştığımızda, onu iri bir istavrit balığı olduğunu, üstelik de kıpır kıpır oynadığını fark ettik. Gözlerimize inanamıyor ve rüyada olduğumuzu zannediyorduk. Çünkü evin arka bahçesindeydik ve bulunduğumuz yerden denizi göremiyorduk.



    Balık, bir martı tarafından sudan çıkartılmıştı. Çünkü bu usta dalgıçlar, ara arda suya dalıp balık avlıyor ve bazen tembellik edip, sudan balıkla çıkan arkadaşlarının peşine düşüyorlardı. Bu kavga sırasında da, ağızlarındaki avları düşüyordu.



    Bir balığın gökten inmesi, beni ve kızlarımı çok şaşırtmıştı. Balığı, deniz suyu ile dolu olan bir kovaya koymak için hemen sahile indik. Oğlum, iskeleden olta atıyordu ve o ana kadar tek balık bile yakalayamamıştı. Kızlarımla birlikte yanına giderken kendisinin çok acemi olduğunu, oysa ki bizim, arka bahçede bile balık yakalayabildiğimizi söylerek ona takıldık. Bu güzel hatırayı, daha sonraki yıllarda "balık" adını verdiğim kısa bir hikayede kullandım. Ondan sonra da, "Gökten İnen Balık" adını taşıyan uzun hacimli bir çocuk hikayesinde.



    Denizin nimetlerle dolu olduğunu söyleyenler, elbetteki doğru söylemişler. Ama onlar, her halde denizin içini kastetmişler. Oysa ki bizler, üstünün de nimetlerle dolu olduğunu anladık. Sabahları gözümüzü açtığımızda, iskelemize takılan tahta parçalarını çıkartıp bir kenara yığar, ilk ve son baharın serin gecelerinde onları şöminede yakıp, közünde de patates pişirirdik. Bu tahtalardan düzgün olanlarını iskele ve salıncak gibi yerlerde kullanır, yada tamirat işleri için saklardık, İleriki yıllarda, iskelemize gelen tahtaların git gide büyüdüğünü ve boylarının bazen sekiz-on metreyi bulduğunu gördük. Bunlar, Nuh Çimento fabrikasının iskelesine yanaşan tomruk gemilerinden düşüyor ve herhalde toplanması pahalıya mal olduğu için, denizden alınmıyordu. Fiyatları elli ile yüz dolar arasında olduğu söylenen ve Rusya'dan geldiği belirtilen ve tomrukların çapı, bazen elli santimi geçiyor, çevredeki gariban balıkçıları olduğu kadar, site sakinlerini de ihya ediyordu. Bir çok komşumuz, bu tomrukları heyamolayla denizden çıkartıp bir kenara yığıyor ve daha sonra traktörlere yükleyip satıyordu. bu tomrukları biçtirdikten sonra kereste olarak kullananlar da vardı. Bir bölümü de, kışlık odun olarak parçalanırdı.



    Deniz üstü nimetleri, sadece tahta ve tomruklardan ibaret değildi. Özellikle rüzgarlı havalarda bazen boş bir varil geçer ve böyle bir şeye ihtiyaç duyanların zoraki duş almalarına, yada küçük sandallarıyla denize açılmalarına sebep olurdu. Sahilde maç yaparken, futbol sahasının büyüklüğünü hesaba katmadan şut çeken ve böylelikle kendilerini seyreden genç kızlara hava atan yakışıklı futbolcuların denize kaçırdıkları toplar da, bizim sitenin gençleri tarafından kapışılırdı. Fakat bu ganimetlerin en unutulmazı, yine dalgalı bir havada, deniz üzerine bir anda kaplayan muz hevenkleri oldu. Sitemizin , her Allah'ın günü en az sekiz saat suda kalan, bu yüzden de ilk baharda sarışınken yaz ortasında zencilere dönen gençleri, o gün "muzzz, muzzz!" diye bağırarak kendilerini suya atmış ve her biri, mayolarının içlerine doldukları kilo kilo muzlarla, her tarafları yamuk yumuk bir görünümde dışarı çıkmışlardı. Üzerindeki muzları alel acele boşaltanlar, tekrar suya atlıyor ve bir o kadar muzla dönüyorlardı. İskeleler, kısa bir süre içinde, belki yüz kilo ithal muzla dolmuştu. Denizdeki muz hasadı tamamlanınca, üzerinde "cikita" yazılı boş koliler göründü. Anlaşılan bu koliler, yüklenmiş oldukları teknelerden dalganın tesiriyle düşmüş ve bizim kıyılara kadar sürüklenmişti. Denizden çıkartılan muzlar, kuruması ve biraz daha sararması için bahçelerdeki çamaşır tellerine asıldı. Ve işlem tamamlandığında, büyük bir ziyafetle mideye indirildi.



    Hereke'deki o küçük yalımızda yasadığımız dokuz sene içinde, binlerce misafir ağırladık. Denizin huyunu suyunu anladık. Sebze, meyve ve çiçek yetiştirmeyi öğrendik. Balık pişirme ve özellikle Adapazarı'nın meşhur ıslama köftesini yapma konusunda, dışarıda bir lokanta açacak kadar uzmanlaştık. Başta çocuklarımız olmak üzere, bir çok kişiye tabiat sevgisi aşıladık ve her halde en önemlisi de, şimdi inşaAllah anneannemin de içinde bulunduğu Cennet Bahçelerine duyduğumuz özlemi, oralarda bastırmaya çalıştık.



    O fani manzaralardan baki Cennet tabloları oluşturabildiysek, ne mutlu bize.






Hikayeler