Hikaye | Kategoriler | Hikayeler

Berivan



   Keşfedilmemiş bir mağara vardır her insanın kişiliğinde. Kimse bilemez nerede olduğunu. Herkes bir ömür boyu arar da bin ömür de geçse bulamaz. Sonunda böyle bir yer olmadığına karar verilerek vazgeçilir aramaktan. Ölür insan, hayatı biter. Her şey sona erer. Yaşadıklarını da alır kimi giderken. Geride bir hiç kalır. Bir hiç...



   Kendine saklanmış iç çekişlerin ördüğü duvarlarla çevrili bahçe içinde, hayata bütün pencerelerini kapatmış bir harabe gönül, onarım görüyor; yaşanmamış bir ömrün bütün acılarını sıva olarak kullanarak. Sıva tutmayan kısımlar; kabullenilmiş yenilgilerin ürünü göz yaşları ile aldanışların o hazin kum taneleri harç yapılarak kapatılıyor.



   Yıllardır yalnızlığa terkedilmiş bu evin bahçesinde, servi ağaçları var; her birinin altında, -hayattan görevini en iyi şekilde yerine getirmenin mutluluğu ile ayrılmış- ihanet yatıyor. Her biri diğerinden değerli. Ölüler toprağı zenginleştirirmiş. Bahçe toprağı da çok zengin. Papatyalar serpilmiş her tarafa. Yapraklarında kızılın gölgelediği harflerle yazılmış aşk şiirleri yazılı. Sahiplerinin okumadığı bu şiirler her baharda yeniden yazılıyor farklı renklerde. Ama sonbahar onları yine kızılla gölgeliyor.



   Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyor elma ağaçları. Beklenen meyve bir türlü yetişmiyor bu bahçede. Her çiçeği kanatarak koparıyor dalından bahar fırtınası; mezarların üstüne ihanete duyulan sevgiyi gösterircesine fırlatıyor. Çıkardığı eşyasını, odasında gelişi güzel fırlatıp atan bir çocuk gibi.



   Ev sahibi gündüzleri sadece ihanetlerin gömüleceği zaman çıkıyordu bahçeye. Her cenaze töreninde iki damla, sadece iki damla gözyaşı döküyordu. Ve bu ırmak bahçedeki bütün dal kırıklarını peşin sıra sürükleyip acılar denizinin karanlıklarına götürüyordu. Sonrasında ise her ihanetin ardından yaptığı gibi, yarım kalan bir mutluluğun hüzünlü anıları olan siyah beyaz fotoğraflarla doldurduğu evine dönüyordu. Aslında duvarları tamamen dolduran bu fotoğraflar onun için bir anıdan çok duvarlardaki dökülen sıvaları kapatan kağıtlardı. İhanetlerle öğreniyordu bir bakıma sadakati. Duvardaki her resim bir ihanetin belgesiydi.



   Böyle olmasına karşın ne zaman o resimlere gözleri dalsa içini garip bir duygu kaplar ve kendine hakim olamayıp ağlamaya başlardı her seferinde. Gözyaşları onu alır çok uzaklara götürürdü her defasında. Bu gidişler onu çok yorsa da nereye gideceğini bilmeden yapılan yolculukların çekiciliğine kapılarak atardı ilk adımını.



   Yolculuğa çıkarken yanına sadece kendini ve gideceği kişinin anılarını alıyordu. Gittiği bilinmezlikler onu her defasında hayal kırıklıkları olarak karşılıyordu. Her yolculuk onu kıyısız ülkelere götürüyordu ve ona sadece büyük rüyalar kalıyordu. Kapısından geri dönmek zorunda kalıyordu mutluluk adı verilen sonların.



   Bir adım daha atabilse kapıdan içeri girecekken, yolun bitmesi ruhunda onarılmaz boşluklar yaratırken anılara sığdırdığı harçlarla kapatmaya çalışıyordu bu boşlukları.



   Varolmanın insan benliğine kattığı bütün değerler onun için sadece bir işkence oluyordu. Zaman zaman bundan kurtulma yollarını arasa da asla başaramıyordu bunu. Kaldı ki ilerleyen zamanda bunu denemekten de vazgeçerek her şeyi doğal akışına bırakmak gibi bir davranış şekli benimsedi.



   Artık böyle anlarda bahçeye çıkarak oyalanacak işler yaratıyordu kendine ve bu sayede içindeki acılar denizinde kopan fırtınaların kıyılarına vereceği zararı engellemeye çalışıyordu. Kendi kıyılarını, dolgu malzemesi yaptığı ölen sevdaların kalpleriyle çevrelemişti. Fırtınanın getirip kıyılarına vurduğu dalgalar bu sayede yıkımları engelliyordu ama aralardan sızan suların derinlere ilerlemesini engelleyemiyordu. Sızan suların da ilerde bir göle dönüşeceğini ve taşacağını bilmek bazen korkutuyordu onu. Denizlerle boğuşurken gölleri düşünmek istemediğinden çoğu zaman üzerinde durmuyordu sızan suların.



   Bahçesinde en sevdiği yer iki kişilik oturma yeri olan kamelyaydı. Her oturduğunda karşısına kendisini alır ve uzun uzun dertleşirdi onunla.



   Ona bir gün bu evden ve bu bahçeden dışarı çıkacağını ve geri dönmeyeceğini söylüyordu her defasında.



   Okul hayatında hiç sevmediği müzik derslerini kırar gibi kıracaktı hayatı da. Parçalardan bir bütüne varma çabası olmayacaktı hayatında ve sadece parçaların bütünlüğünü korumayı deneyecekti artık.



   Sevginin bütün imkansızlıklarını tüketmişti geçmişte yaşadığı ihanetlerde ve artık sevgililere yer olmayacaktı hayatında. Susmayacaktı artık. Susmanın her ilişkide iç kanaması olduğunu öğrenmişti artık. Ve bilincine varmıştı; her duygunun bir sürgüne dönüştüğünü sevgili kimliğinde. Sevmeyecekti bir daha. Asla ...



   Neden sonra oturduğu yerden doğrulup bütün düşüncelerinden arınıyordu. Nerede olduğu aklına geldiğinde içini bir sızı kaplıyordu anlamsızca. Oysa onu bu ev ve bahçeye bağlayan tek şey bahçesindeki en değerli varlık olan Berivan'dı.



   Onu bırakabilse gidecekti buralardan. Bütün düşündüklerini gerçekleştirebilecekti. Ama bırakamıyordu. Onun her sabah bahçedeki görüntüsünü izlemek onu hayata bağlayan tek görüntüydü. Kendinden bir şeyler buluyordu Berivan'da. Berivan yüzünden bağlanıp kalmıştı bu eve. Bahçede geçirdiği bütün vaktini O'na harcıyordu.



   Bu evin kapısından içeri ilk adım attığında gördüğü Berivan, ona hayat veren tek şey oldu, burada kaldığı sürece. Her şeyini sadece O'na anlatı ve hiçbir şeyini dinlemedi O'nun. Berivan anlatmadı hiçbir şeyini. Buna önem vermedi.



   Gün oldu hiç konuşmadan bekledi başucunda, gün oldu susmamacasına konuştu o'nunla. Kimi gece uyurken izledi Berivan'ı, kimi gece içkisini paylaştı. Kimi zaman da sessiz kelimelerle anlattı ona düşüncelerini. Sessizliğine ortak oldu böylece, sessizliği de paylaştılar. Onu gördüğünde bıraktığı sigaraya o'nun yanında başladı yeniden. Hiç kimsenin görmediği gözyaşlarını bahar sabahları o'nun üstündeki çiğ damlalarına eşlik etsin diye akıttı. Gün oldu karanlığa resmini çizdi o uyurken. Picasso görse kıskanırdı bu güzelliği.



   Berivan'la geçirdiği her anı ayrı bir zaman dilimi olarak gösterdi saatler. Kendisiyle yaptığı konuşmaları bile paylaştı. Paylaşmaktan bıkmadı hiçbir zaman. Ve sadece istediği için paylaştı her şeyini. Hayallerini de. Hayalleri bile birleşti bu bahçede yan yana geldiklerinde.



   Bir eylül sabahı henüz gün ağarmadan, gecenin can çekiştiği saatlerde bahçe kapısı aralandı.



   Yıllardır açılmamış olan bu kapı, paslanmış menteşeleri temizlenirken büyük bir gürültü çıkarıyordu. Ardına kadar açılan kapıdan içeri bir yabancı girdi. Bu yabancının kendinden emin ve ne istediğini bilen bir görüntüsü vardı yürüyüşünde. Hiç tereddüt etmeden yürüdü bahçenin toprak olan yürüme yolundan ve hiçbir şeye bakmadan Berivan'ın yanına gelip durdu. Önce seyretti bir süre. Sonra kararlı bir hareketle Berivan'ı köküyle beraber söktü ve arkasına bile bakmadan, geldiği yoldan dönerek bahçeden çıkıp gitti. Kapıyı da kapatmadı.



   Berivan orda kalmak için hiç direnmemişti. Sanki O da istemişti bu bahçeden çıkıp gitmeyi. Belki de sıkılmıştı dinlediklerinden.



   Bütün bu olanları yukardan izleyen adamsa hiç hareketsiz kalakalmıştı pencerede. Bir gidişin şafağında kalmıştı bakışları. Yüreğinde dev bir ağaç fırtınada devrilmişti ve altında kalmıştı sanki bu ağacın. Hiçbir anlam verememişti olanlara. Yıllardır kimsenin gelmediği bu bahçeye biri gelmiş ve hayatının anlamını söküp götürmüştü. Kimdi ve hangi hakla bunu yapmıştı? Bu sevdaya kurşun sıkan yabancıyı tanımıyordu bile.



   Neden sonra Berivan'ı o bahçeye kendisinin dikmediği geldi aklına. Belkide Berivan'ı bahçeye diken bu yabancıydı ve şimdi gelip almıştı. Ama onu esas düşündüren şey Berivan'ın dirençsizliğiydi. Sanki bu güne kadar bu yabancı için yaşamış, onu beklemişti bütün bu geçen zaman içinde. Hiçbir direnç göstermemişti bahçede kalmak için.



   Yabancı Berivan'a dokunduğunda hiçbir yeri kanamamıştı. Oysa ev sahibinin ellerini bile defalarca kanatmıştı. Onu seyrederken, onla konuşurken bile kanatmıştı derinlerde bir yerleri. Kaç kez iç kanama geçirmişti Berivan'ın yanında ama hiç birini belli etmemişti ona. Akan bütün kanı denizine boşaltmıştı. Denizi kanatmıştı defalarca ama Berivan'a berraklığını sunmuştu mevsimlerin.



   Kendine hakim olamamıştı kimi zaman ve kendi acılarını da yüklemişti Berivan'ın sırtına. Bu yük bazen taşınmaz oluyordu Berivan için ve boynunu büküyordu böyle zamanlarda. Buna hiçbir zaman dayanamadı ev sahibi. Hep bir gün bu nedenle bir daha yüzünü çevirmeyeceğini düşünüyordu. Ve galiba o gün bu gündü.



   Berivan gitti o gün. Ardına bile bakmadı. Bir yabancı götürdü Berivan'ı. Hiç tanımadığı ve görmediği bir yabancı. O'nu aldı ve kendi dağlarına götürdü. Ev sahibine de yalnızlık sürgünü bir kalp bıraktı. Bir kez daha göle akan nehir oldu damarları ve taştı göl. Denize giden bir sele dönüştü. Önüne çıkan her şeyi içine alarak kavuştu yıllardır özlediği maviliğe. Ve maviyi kırmızıya boyadı. O sabah bütün pencereler yenilginin gökyüzüne açıldı o evde. Gün turuncuya boyandı doğumunda ve değiştirmedi rengini bir daha. Bir kez daha hüzün yeşiline boyandı içindeki yalnızlık ağacının yaprakları. Tam da o ağacın kuruduğunu düşünmeye başladığı sıralardı.



   Artık onu buraya bağlayan bir şey kalmamıştı. Evden çıktı ve Berivan oradayken karşısında durduğu yere geldi. Hiçbir şey düşünmeden öylece bekledi bir süre. Bakışlarında ömrünün bütün acıları sıralanmıştı sanki. Eğilip yere düşen bir yaprağını aldı ve gömleğinin sol cebine koydu. Geriye tek kalan şey bu yapraktı Berivan'dan. Hayallerini de onun yerine gömdü. Sonra kapıya yöneldi ve toprak yolu yavaş adımlarla yürüyerek geçip kapı eşiğine geldi. Bir an durakladı burada ama bakmadı arkasına, sonra kapıyı çekerek çıktı dışarı. Evi ve bahçeyi arkasında bıraktı ilk kez. Çıkarken üzerinde sadece elbiseleri ve gömleğinin sol cebindeki sevda yaprağı vardı. Gözlerinde ise bir damla nehir.



   Gitti ve bir daha da dönmedi İstanbul'a.



   Ve bildiği tek gerçeği fısıldadı giderken kendine: hayatı sürdürecek olan sevdalardır.




Hikayeler